25 Eylül 2013 Çarşamba

I. BU YÖNTEMİN TEMEL ÖZELLİKLERİ

Burada "Hegel'in 'metafizik' yöntem dediği... eski araştırma ve düşünme yöntemini"[47] inceleyeceğiz.

Hemen basit bir gözlemle işe başlayalım. İnsanların çoğuna, hangisi daha doğal gelir: hareket mi, hareketsizlik mi? Onlara göre şeylerin olağan (normal) durumu nedir: durgunluk mu, değişkenlik mi?

Genellikle, hareketten önce durgunluğun varolduğu ve bir şeyin harekete başlayabilmesi için önce durgunluk halinde bulunduğu düşünülür.

Kutsal kitap da, bize, tanrı tarafından yaratılmış olan evrenden önce, hareketsiz sonsuzluğun, yani durgunluğun
var olduğunu söylüyor. 

İşte sık sık kullandığımız bazı sözcükler: durgunluk ve hareketsizlik, hareket ve değişme. Ama bu son iki sözcük, eş anlamlı değillerdir.

Hareket, sözcüğün dar anlamında, yer değiştirmedir. Örnek: düşen bir taş, yürüyen bir tren hareket halindedir.

Değişme, sözcüğün tam anlamıyla, bir biçimden başka bir biçime geçmektir. Yapraklarını döken bir ağaç, biçim değiştirmiştir. Ama değişiklik aynı zamanda bir durumdan başka bir duruma geçiştir. Örnek: hava solunulamaz hale gelmiş; bu değişmedir.

Şu halde, hareket, yer değiştirme anlamına gelir; değişme, değişiklik ise, biçim ya da durum değiştirmek demektir. Anlam karışıklığını önlemek için bu ayrıma saygı göstereceğiz (diyalektiği incelediğimiz zaman bu sözcüklerin anlamlarını yeniden görmemiz gerekecek). 

Görmüş bulunuyoruz ki, genel bir biçimde, hareket ve değişmenin durgunluktan daha az olağan olduğu düşünülür ve biz, şeyleri, değişmesiz ve durgun saymayı yeğ tutarız.

Örnek: Biz, bir çift sarı ayakkabı aldık, bir zaman sonra, birçok onarımdan (pençe, topuk değiştirme, birçok yamadan) sonra, biz, gene de "sarı ayakkabılarımı giyeceğim" diyoruz, onların artık o aynı ayakkabılar olmadıklarını hiç hesaba katmıyoruz. Onlar, bizim için, hep şu zaman, bu fiyata satın aldığımız sarı ayakkabılardır. Ayakkabılarınızda sonradan meydana gelen değişmeyi dikkate almıyoruz. Onlar daima aynıdırlar, onlar özdeştirler. Biz, yalnız özdeşliği gördüğümüz için, sanki önemli bir şey olmamış gibi, değişikliği önemsemiyoruz. İşte bu da:

1. Metafizik yöntemin birinci temel özelliği: Özdeşlik ilkesi.

Bu olaylar karşısında hareketsizliği harekete, özdeşliği değişmeye tercih etmekten ibarettir.

Bu tercih, metafizik yönteminin birinci temel özelliğini oluşturur ve bütün bir dünya anlayışından ileri gelir. Evren dondurulmuş gibi düşünülür, diyecektir Engels. Doğa için, toplum ve insan için de aynı şey düşünülecek. Onun için sık sık "güneşin altında yeni olan bir şey yok" diye iddia edilir. Bu, evren hareketsiz ve özdeş kalmış olduğundan, sonsuzdan beri, hiçbir değişme olmamıştır demektir. Bununla, aynı zamanda, dönem dönem aynı olaylara dönüldüğü de anlatılır. Tanrı, balıkları, kuşları, memelileri vb. oluşturarak dünyayı yarattı ve o zamandan beri hiçbir şey değişmedi, dünya kımıldamadı. Gene denir ki, "insanlar hep aynıdır", sanki insanlar sonsuzdan beri değişmedi.

Her gün kullanılan bu deyimler bizim içimizde ta derinlere kadar kök salmış olan bir anlayışın yansısıdırlar ve burjuvazi bu yanlıştan sonuna kadar yararlanır.

Sosyalizm eleştirilirken, çok sevdikleri kanıtlardan birini, insan bencildir, onu zor altında tutmak için savaşımcı bir baskı zorunludur, yoksa karışıklık egemen olurdu kanıtını öne sürerler. Bu da, gene, insanın her zaman için değişmez bir doğası olduğunu düşünen bu metafizik anlayışın sonucudur.

Elbette, birdenbire komünist bir düzende yaşama olanağına sahip olsaydık, yani ürünler, herkesin emeğine göre değil de gereksinmesine göre üleştirilmeye hemen kalkışılsaydı, besbelli ki, gereksinmesinden fazlasına sahip olma heveslerini karşılamak isteyenlerin saldırısına uğrayacak ve böyle bir toplum yönetilemeyecekti. Bu böyle olmakla birlikte, gene de komünist toplum yukarıda belirtildiği gibidir ve bu da akla uygundur. Ama içimizde kök salmış metafizik bir anlayış yüzündendir ki, göreli olarak, geleceğin insanının, uzak bir gelecekte de bugünün insanına benzer bir biçimde yaşayacağını tasarlıyoruz.

Bu bakımdan, sosyalist ya da komünist toplumun yaşanabilir bir toplum olmadığı, çünkü insanın bencil olduğu ifade edilirken, toplum değiştiği zaman insanın da değişeceği unutuluyor.

Sovyetler Birliği üzerine, her gün birtakım eleştiriler işitilir. Bu eleştiriler, onları dile getirenlerin şeyleri kavramadaki güçsüzlüklerini gözlerimizin önüne sermektedir. Bu onların metafizik bir dünya anlayışına sahip olmalarından, şeyleri metafizik bir biçimde anlamalarından ileri gelir.

Verebileceğimiz birçok örnekten yalnızca şunu ele alalım: Bize diyorlar ki, "Sovyetler Birliği'nde, bir işçi, ürettiklerinin toplam değerine karşılık olmayan bir ücret almaktadır; demek ki bir artı-değer vardır, yani onun ücretinden bir miktar alınmaktadır. Öyleyse çalınmaktadır. Fransa'da da durum aynıdır, işçiler sömürülüyor; şu halde bir Sovyet işçisi ile bir Fransız işçisi arasında fark yoktur."

Metafizik anlayış bu örneğin neresindedir? Bu anlayış, burada, iki tip toplum olduğunun dikkate alınmamasında, iki toplum arasındaki ayrılıkların hesaba katılmamasındadır. Burada ve orada, her iki ülkede, artı-değerin varolduğunu sanmak da, insanın ve makinenin artık Fransa'daki ile aynı ekonomik ve toplumsal anlamı olmayan SSCB'de ortaya çıkan değişmeleri dikkate almaksızın, metafizik bir biçimde düşünmek demektir. Oysa, bizim ülkemizde, emeğini sömürmek için insan ve makine (patronun hizmetinde) üretmek için vardır. SSCB'de ise, insan, kendi emeğinin meyvesinden yararlanmak için ve makine (insanın hizmetinde) üretmek için vardır. Fransa'da artı-değer patrona gider, SSCB'de ise sosyalist devlete, yani sömürücü olmayan ortaklığa gider. Şeyler değişmiştir.

Şu halde; bu örnekte görüyoruz ki, yargılama yanlışları, iyi niyetli olanlarda, metafizik bir düşünce yönteminden, özellikle bu yöntemin birinci temel özelliğinin, yani değişmeye değer vermemek, hareketsizliği seçmek ya da kısaca, özdeşliği sonsuzlaştırmaya yönelik olmak biçiminde kendini gösteren temel özelliğin uygulanmasından ileri gelmektedir.

Peki ama nedir bu özdeşlik? Diyelim ki, 1 Ocak 1935'te tamamlanan bir evin yapılışını gördük. 1 Ocak 1936'da ve bunu izleyen diğer yıllarda, bu evin, özdeş bir ev olduğunu söyleyeceğiz, çünkü hep iki katlıdır, ön yüzünde hep yirmi penceresi ve iki kapısı vb. vardır, çünkü o hep aynı kalıyor, değişmiyor, farklı değildir. Demek ki, özdeş olmak, aynı kalmaktır, başka olmamaktır. Ama gene de bu ev değişmiştir! O yalnızca ilk bakışta, yüzeysel olarak, aynı kalıyor. Şeyleri daha yakından gören mimar ya da duvarcı ustası, evin yapılışından bir hafta sonra artık onun aynı ev olmadığını iyi bilir: şurada burada küçük bir çatlak oluşmuştur, şurada bir taş oynamıştır, ötede rengi solmuştur vb.. Şu halde şeyler, ancak "kaba olarak" düşünüldüklerinde, özdeş gibi görünürler. Ayrıntılarıyla tahlil edildiklerinde, durmadan değiştikleri (anlaşılır).

Öyleyse, metafizik yöntemin birinci temel özelliğinin, pratik sonuçları nelerdir?

Biz, şeylerde özdeşlik görmeyi, yani onları aynı kalmış görmeyi daha çok sevdiğimiz için, örneğin şöyle diyoruz: !Yaşam yaşamdır ve ölüm ölümdür!. İddia ediyoruz ki, yaşam (aynı) yaşam olarak kalıyor, ölüm de aynı ölüm olarak kalıyor; her şey bunun gibi.

Şeyleri kendi özdeşi içinde düşünmeye alıştığımız için, onları birbirlerinden ayırıyoruz. "Bir sandalye, bir sandalyedir" demek, doğal bir gerçeği belirtmektir, ama bu, özdeşlik üzerine parmak basmak ve aynı zamanda, bu bir sandalye değildir, bir başka şeydir, demektir.

Bunu söylemek o kadar doğal bir şeydir ki, onun altını çizerek belirtmek, çocukça görünür. Aynı türden fikirlerle şöyle diyeceğiz: "At, attır ve at olmayan bir başka şeydir". Şu halde sandalyeyi bir yana, atı bir yana ayırıyoruz ve her şey için aynı şeyi yapıyoruz. Böylece, şeyleri kesinlikle birbirinden ayırarak, ayırdediyoruz, ve dünyayı ayırdedilmiş şeylerin bir koleksiyonu haline dönüştürüyoruz, bu da:

2. Metafizik yöntemin. ikinci temel özelliği: Şeylerden ayırma (tecrit).

Şimdi söylediklerimiz bize öyle doğal görünür ki, bunu söylemek de ne oluyor diye kendi kendine sorabilir insan. Göreceğiz ki, her şeye karşın bunu söylemek zorunlu idi, çünkü bu düşünüş tarzı, bizi şeyleri belli bir açıdan görmeye götürür.

Ve gene bu yöntemin ikinci temel özelliğini de, pratik sonuçlarıyla değerlendireceğiz.

Günlük yaşamda, hayvanları ele alır ve onlar hakkında, varlıkları birbirinden ayırarak düşünürsek, başka başka cinslerden ve türlerden olan varlıklar arasında ortak olan şeyleri görmeyiz. Bir at, bir attır ve bir inek, bir inektir. Onlar arasında hiçbir ilişki yoktur.

Bu, hayvanları, kesin olarak birbirlerinden ayırarak sınıflandıran ve onlar arasında hiçbir ilişki görmeyen eski zoolojinin bakış açısıdır. Bu da, gene metafizik yöntemin uygulanmasının sonuçlarından biridir.

Bir başka örnek olarak şunu alabiliriz: Burjuvazi, bilimin bilim olarak, felsefenin felsefe olarak, siyasetin de siyaset olarak kalmasını ister; ve kuşkusuz, üçü arasında, ortak hiçbir şey, kesin olarak herhangi bir ilişki yoktur.

Böyle bir uslamlamanın pratik sonucu şudur: Bilgin, bilgin olarak kalmalıdır, bilimi felsefeye, siyasete karıştırmamalıdır. Bir filozof için de, bir siyaset adamı için de durum aynı olacaktır.

İyi niyetli bir insan böyle düşündüğü zaman, bir metafizikçi olarak uslamlama yürütüyor denilebilir. İngiliz yazarı Wells, birkaç yıl önce, artık hayatta bulunmayan, büyük yazar Maksim Gorki'yi ziyaret etmek üzere Sovyetler Birliği'ne gitti. Gorki'ye, siyasetle uğraşmayacak bir edebiyatçılar kulübü kurmayı önerdi, çünkü, onun kafasında, edebiyat edebiyattı ve siyaset siyasetti. Gorki ve arkadaşlarının gülmeye başladığını gören Wells üzülmüş. Ne var ki, Wells, yazarı, toplumun dışında yaşayan bir adam olarak görüyor ve öyle kavrıyordu; oysa Gorki ve arkadaşları, yaşamın böyle olmadığını, gerçekte, her şeyin -istense de, istenmese de- birbirine bağlı olduğunu biliyorlardı.

Günlük yaşamın pratiği içinde, şeyleri sınıflandırmaya, birbirlerinden ayırmaya, onları yalnız kendileri için görmeye ve incelemeye çalışıyoruz. Marksist olmayanlar, genellikle devleti toplumdan ayırarak, toplum biçiminden bağımsız olarak görürler. Böyle düşünmek, devleti toplumdan yalıtmak, onu gerçekte olan ilişkilerinden ayırmak demektir.

İnsanı öteki insanlardan, çevresinden, toplumdan yalıtıp ondan sözedildiğinde de, aynı yanlış yapılır. Makinenin de, üretimde bulunduğu toplumdan yalıtılarak kendisi için makine olarak düşünülmesi, şu yanlış anlayışa benzer: "Paris'te makine, Moskova'da makine; burada da, orda da artı-değer, hiçbir fark yok, tıpatıp aynı şeyler".

Bununla birlikte, bu sürekli okunan ve okuyanların benimsedikleri bir düşünüş tarzıdır, çünkü, alışılagelen ve genel olan bakış açısı, şeyleri böler, (birbirinden) ayırır. Bu metafizik yöntemin alışılmış bir temel özelliğidir.

3. Üçüncü temel özellik: Sonsuz ve aşılmaz bölmeler.

Şeyleri, değişmeyen ve hareketsiz olarak düşünmeyi tercih ettikten sonra, biz, onları sınıflandırdık, onlardan kataloglar yaptık, böylelikle de, onlar arasında, birbirleriyle olabilecek ilişkilerini bize unutturan bölmeler yarattık.

Bu biçimde görmek ve karara varmak, bizi, bu bölmelerin bir zaman varoldu mu, her zaman varolduklarını (bir at, bir attır) ve mutlak, aşılmaz ve sonsuz olduklarını sanmaya götürür. İşte metafizik yöntemin üçüncü temel özelliği. 

Ama bu yöntemden sözettiğimiz zaman dikkat etmemiz gerekir; çünkü biz marksistler, kapitalist toplumda, iki sınıfın, burjuvazi ile proletaryanın varolduğunu söylediğimiz, bölmeler yaptığımız zaman, bizim de, metafizik görüşle gerdeğe girdiğimiz sanılabilir. Ancak, yalnızca bölmeler yapmış olmakla, metafizikçi olunmaz, bu bölmeleri yapış biçimiyle, bu bölmeler arasında bulunan farkları ve ilişkileri yerleştiriş tarzıyla metafizikçi olunur.

Biz, toplumda iki sınıf var dediğimiz zaman, burjuvazi, örneğin, hemen zenginler ve yoksullar var diye düşünür. Ve kuşkusuz, bize "Her zaman zenginler ve yoksullar olmuştur" diyecektir.

"Her zaman olmuştur" ve "her zaman olacaktır", işte bu, metafizik bir düşünüş tarzıdır. Şeyler, birbirlerinden bağımsız olarak her zaman için sınıflandırılır, onların arasına aşılmaz bölmeler, duvarlar konur.

Burjuvazi ile proletaryanın varlığının gerçek olduğunu göstermek yerine, toplum, zenginler ve yoksullar olarak bölünür, burjuvazi-proletarya bölmesi kabul edilse bile, bu sınıflar, karşılıklı ilişkileri, yani sınıf savaşımı dışında düşünülür. Şeyler arasına kesin engeller yerleştiren bu üçüncü temel özelliğin pratik sonuçları nelerdir? Buna göre, bir at ve inek arasında herhangi bir akrabalık bağı olamaz. Bizi kuşatan her şey için ve bütün bilimler için de aynı şey olacak. Daha ilerde bunun doğru olup olmadığını göreceğiz; ama şimdi, tanımlamış bulunduğumuz bu üç ayrı temel özelliğin sonuçlarının neler olduğunu araştırmak gerekiyor; bu da:

4. Dördüncü temel özellik: Karşıtların karşı karşıya konması.

Şimdi bütün bu söylediklerimizden şu çıkıyor: "Yaşam, yaşamdır ve ölüm, ölümdür" dediğimiz zaman, yaşam ve ölüm arasında hiçbir ortak yan olmadığını iddia ediyoruz. Yaşamı ve ölümü; her birini, kendileri için görerek, aralarında varolabilecek ilişkileri görmeksizin, onları, birbirlerinden ayrı olarak sınıflandırıyoruz. Bu koşullar içinde, yaşamını yitirmiş olan bir adam, ölü bir şey sayılmalıdır, çünkü yaşam ile ölüm, karşılıklı olarak birbirlerini dıştaladıklarına göre, bu insanın, aynı zamanda, hem canlı, hem de ölü olması olanaksızdır. 

Şeyleri birbirinden ayrı, kesin olarak birbirinden farklı sayarak, onları, birbirleriyle karşı karşıya tutmuş oluruz. 

İşte, bu karşıtları birbirine karşı tutan, karşıt iki şeyin aynı zamanda varolmayacağını iddia eden metafizik yöntemin dördüncü temel özelliği.

Gerçekte, bu yaşam ve ölüm örneğinde, üçüncü bir olanak olamaz. Birbirinden ayırdığımız bu iki olanaktan birini seçmemiz kesenkes gereklidir. Kabul ediyoruz ki, üçüncü bir olanak bir çelişki olacaktır, ve bu çelişki bir saçmalıktır, o halde, olanaksız bir şeydir. 

Metafizik yöntemin dördüncü özelliği, öyleyse çelişki korkusudur.

Bu düşünüş tarzının pratik sonuçları şöyledir: Örneğin, demokrasi ve diktatörlükten sözedildiğinde, metafizik görüş, ister ki, toplum, bu ikisi arasında bir seçim yapsın, çünkü demokrasi demokrasidir, diktatörlük de diktatörlüktür. Demokrasi, diktatörlük değildir, ve diktatörlük, demokrasi değildir. Seçmemiz gerekir, yoksa bir çelişki; bir saçmalık, bir olanaksızlıkla karşı karşıya kalırız.

Marksist tutum, büsbütün başkadır.

Bizler, tersine, proletarya diktatörlüğünün, örneğin, aynı zamanda, hem yığınların diktatörlüğü ve hem de sömürülen yığınlar için demokrasi olduğunu düşünürüz.

Biz, yaşamın, canlı varlıkların yaşamının, ancak hücreler arasında sonsuz bir savaşım olduğu için, ancak sürekli olarak bir kısım hücreler öldükleri ve başka hücreler onların yerlerini aldıkları için olabildiğini düşünürüz. Bu biçimde, yaşam, kendi içinde ölümü de içerir. Biz, metafiziğin düşündüğü gibi, ölümün öylesine tam, eksiksiz ve yaşamdan ayrı olmadığını düşünürüz; çünkü bazı hücreler belirli bir süre yaşamaya devam ettiğine ve bu ölüden başka yaşamlar doğacağına göre, bir ölü üzerinde bütün yaşam tamamen yok olmamıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.